16 Eylül 2020 Çarşamba

 Yazmaya Ramak Kala 

Dünyanın üzerine yağmurlar yağıyor, yağmurdan nasibini alan evine dönüyordu. İnsanlar eve giriyor, ıslak paltosunu askılığa asıyor, paltodan damlayan bir damla, o sıra oraya yolu düşmüş karıncanın sırtına yük oluyordu. Kimi işten dönüyor, kimi okuldan, kimi sadece sokaktan... Şemsiyeler bina mermerlerini ıslatıyor, gök gürültüsü merdivenlerin köşelerini aydınlatıyordu. Kimi koşar adım dönüyordu, kimi yürümekten daha yavaş. Kimi daha fazla bakıyordu yağmura, kimi şemsiyenin altında bir korkak gibi saklanmış sanki bir yağmur damlası değse canından can gidecekmiş gibi çekiniyordu. Yağmur ya bu işte, bulut kokusu sinmiştir üstüne.  


Bense, yeni almıştım kalemi elime. Almadan önce de çıkardım elimi dışarı, açtım avucumu dünyanın kapağı, gökyüzüne. Birkaç damla yakaladım bulutlardan bana hediye. Avucuma indi gökyüzü, elimi saçıma sürdüm, hem “Yağmur saç uzatır” derdi annem bana küçükken. Belki gök gürültüsünün bize bağırmalarından korkmamam içindi evdeki sıcak yatağımda ama ben bu gerçeği kabul etmek istemedim. Gök gürültülü yağmura hep saçımı uzatır diye iltifat ettim. 


Elimi saçımdan çekip tekrar çıkardım elimi pencereden dışarı, uzun zaman kalem almadığım elimi hem de. Yağmur kirini temizlesin diye. Pasını silsin diye çünkü ancak temizlenirse elim kalemi utanmadan tutabilirim. Beyaz kâğıda değdiğimde bozmamak isterim güzelliğini, kelimelerime kızmasın isterim. 

 

Elim temizlenirken, elimin tüm kötülüğü de sokak yokuşundan aşağı akan sulara karışıyordu. Akıp gitmesini izledim başımı pencereye dayayıp, bir de görebildiğim kadar dünyayı. Sokağı değil, caddeyi değil, evin önünü değil, dünyayı...  


Dünya avucuma düşen yağmura yansırdı hep, batan güneşe, şimşeklerin ışıklarına, geceleri dolunaya, sokaktaki çamura, akşam olunca evlerin yanan ışıklarına, mutfaktan gelen çatal kaşık seslerine, sokağın başındaki gülüşmelere, sevgilinin ellerine, yağmurda yürümüş kedilerin yağmur değmemiş köhne köşelerde gezinmiş pati izlerine... Dünya bana yansırdı hep odamdaki pencereden. Dünyanın kaç bucak olduğunu hiç sayamadım bu camdan ama eminim dünya çok bucak...  


Elimi tekrar pencereden içeri soktuğumda elimdeki soğuklukla odamdaki sıcaklık güçlü bir kavgaya tutuştu. Sıcaklık galip gelince, soğuk terk etti burayı ama arkasında bıraktığı, yere damlayan yağmur damlaları vardı. Sonbaharın en acı yönü de buydu işte benim için. Ağaç yaprakları henüz hala yemyeşildi, sıcaklarda iyice büyümüşlerdi; sonbahar çalınca kapıyı, esince bir rüzgâr, sesi soluğu çıkamadı zavallı yaprakların. Üstünde kalmış son sıcaklıkları da çaldı götürdü başka diyarlara. Ondandır ya zaten, bir yerde yaz bir yerde sonbahar... Evin sıcağına dayanamayıp terk eden soğuk, gücünü yapraklarda gösteriyordu işte böyle.  


Sonbaharın ismi bile hüzün verir insana, sanki bir daha gelmeyecek bahar. Öyle değil, merhameti de vardır. Ne kadar sert esse de rüzgar, saçımızı okşar. 


İşte hoşça kal sokaklardan akan suya karışmış kuru yapraklar,  

İşte diniyor yağmur, çekiliyor bulutlar, yanaklarında mavilikler açılıyor, ben... 


Yazmaya ramak kala... 


Selin Tektaş

İstanbul 

17.09.2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder